1971’de doğan Tayvanlı yazar Wu Ming-Yi, aynı zamanda edebiyat profesörü ve çevre aktivisti olduğu için kitaplarındaki konular da bir biçimde çevre sorunlarıyla ilintilidir. Kendisinin Türkçeye çevrilen ilk kitabı ‘Petekgözlü Adam’, geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Kitabı çeviren isim Seda Çıngay Mellor.
‘Petekgözlü Adam’, bizlere pek bilmediğimiz bir dünyayı anlatsa da, romanın merkezindeki karakterlerin yaşadıkları sorunlar, birbirleriyle kurdukları ve kuramadıkları ilişkiler yerelden evrensele uzanan birtakım sorular doğurur ve bütün bunlar çevre sorunlarıyla ilintili olarak anlatılır.
ÖLÜM VE HAYAT: DENİZ
11 ana bölüme ve 31 başlığa ayrılmış 328 sayfalık bir roman olan ‘Petekgözlü Adam’ın merkezinde iki ana olay vardır. Bunlardan biri Wayo Wayo halkıdır. Modern medeniyetlerden uzakta, yarım günde gezilebilecek büyüklükte bir adada yaşayan Wayo Wayo halkı atalar kültüne, geleneklere ve denize büyük saygı duyarlar. Kültürlerine göre her evin ikinci erkek çocuğu, belli bir yaşa vardığında adadan uzaklaştırılır, tabiri caizse ölüme gönderilir. Adanın kıt kaynaklarının dayattığı ve bir tür inanç kılıfıyla süslenen bu gelenekte gün olur, sıra Atile’i’ye gelir. Atile’i kendi yaptığı salla denize açıldığında, daha önce gönderilenler gibi herkes onun ölmesini bekler ama Atile’i ölmez.
Romanın ikinci ana olayıysa edebiyat profesörü ve yazar Alice Shih’in hikayesidir. Alice, kocası Thom’la çocukları Toto’nun bir dağ yürüyüşü esnasında kaybolmalarından ve cesetlerinin dahi bulunamamasından ötürü ciddi sorunlar yaşamaya başlar. Üniversiteden emekli olup, evdeki balıkları bir öğrencisine vermesinin ardından da intihar etmeyi aklına koyar. Ancak tam kendine kıyacağı günlerde bir deprem gerçekleşir, denizin taşıp Alice’in evini su basması ve bu baskın esnasında perişan halde bir kedi görmesi onu intihar düşüncesinden uzaklaştırır. Bilinçsizce de olsa kendini kediye vakfeder.
Bunların yanında, bütün tehlike uyarılarına rağmen, Alice’le aynı yerde, denize yakın bir yerde yaşayan, orada “Yedinci Zıpkın” adlı bir restoran işleten Hafay, masöz olan karısı evi terk ettikten sonra kızı Umav’la beraber yaşayan, Alice’in arkadaşı Dahu, kitabın sonlarına doğru tanıdığımız doğabilimci Sara ile mühendis Detlef ve Atile’i’nin peşinden ölümü göze alarak yola çıkan güzeller güzeli Rasula da öne çıkan karakterler arasındadır.
DOĞAYLA KURULAN İLİŞKİ
Wu Ming-Yi, kitabın üçte birinde bize bu karakteri geçmişleriyle beraber ayrıntılı olarak anlatır. Alice’le Atile’i’nin bir araya gelmesini, yani bu iki ana olayın birleşiminiyse bundan sonraya saklar. Ancak bu ikilinin bir araya gelmesi, sadece onlarla alakalı değildir. Zira Atile’i bir çöp yığını içinde sürüklenerek gelir.
Dünya çapında okyanuslara atılan bütün atıklar zamanla bir araya gelerek büyük bir yığın oluşturur. Yüzen bir ada olarak da tabir edilen bu yığın yaklaşık 200 milyon ton ağırlığındadır ve ciddi bir tehdit olarak Tayvan kıyısına doğru, Alice’le Hafay’ın yaşadığı bölgeye doğru sürüklenmektedir. İşte Ateli’i bu çöp yığınının içinde kıyıya vurur ve tıpkı seldeki yavru kedi gibi Alice’in yardım eline kavuşur.
Ancak bu yardım eli tek taraflı değildir. Çöp yığını bütün bir Tayvan sahilini kaplayıp, Alice’in evini yaşanmaz bir hale getirince, Alice ve Atile’i, Dahu’nun dağ evinde yaşamaya başlarlar. İnsan olmak dışında pek bir ortaklıkları bulunmayan, aynı dili bile konuşamayan bu iki kişi bir noktadan sonra iletişim kurmaya başlarlar ve ortak, karışık bir dil inşa ederler.
Atile’i’nin doğayla kurduğu ilişki daha tanrısal, kültürel bir yere dayanır. Ona göre doğa kutsaldır, doğaya saygı duyulması lazımdır. Alice’se doğayla daha farklı bir ilişki kurar, onunla hesaplaşmaya çalışır. Alice’in kocası Thom da bir dağcıdır, insana “uygun olmayan” yerlerde bulunup, sınırları aşmak ister. Thom’um uygun olmadığı yerlerden biri de evliliktir. Ancak Thom dağları aşar, babalığı aşamaz. Nitekim büyüme geriliği teşhisi konulan ve konuşma güçlüğü yaşayan oğluyla beraber çıktığı bir dağ yürüyüşü sonrasında ortadan kaybolur. Alice’ın doğayla hesaplaşmaya çalıştığı konu işte budur. Onların ölümünü asla kabullenmez Alice, sürekli bir iz arar, iz yoksa ceset görmek ister.
İNSAN DOĞAYI MAHVETMEKTEDİR
Wu Ming-Yi romanın tartışmasını iki ayak üzerine oturtur. İlk ayak bireysel trajedilerle doludur ve insanın acıyla kurduğu ilişkiye dayanır. Hayatın akışı içinde insan çoğu zaman oradan oraya savrulur, zira yaşamı, onun dışında işleyen çarka ve adına bazen şans bazen kader denen “makineye” içkindir.
Aslında Alice de böyle düşünür. Hayat, “akşam yemeğinde ne yiyeceğinize restoran sahibinin diktatörce karar verdiği bir restorana gitmek gibidir” diye düşünür ama düşünceleri ile hisleri çoğu zaman farklılık gösterir.
Wu Ming-Yi’nin ikinci sac ayağını ise küresel trajedimiz, çevre kirliliği oluşturur. Dünyada o kadar bilinçsizce atık üretilmekte ve bunların geri dönüşümüyle ilgili o kadar hesapsızca davranılmaktadır ki iş artık bir felaket noktasına ulaşmıştır. Buna rağmen doğru düzgün bir çalışma söz konusu değildir.
Wu Ming-Yi, bu meseleyi Sara ile Detlef arasındaki tartışmada insan nüfusunun çokluğuna ve onun sınırsız tüketim arzusuna dayandırır. İnsan nüfusunun çokluğu, doğadaki canlıları ve bizzat doğayı varlığıyla tehdit eder haldedir. Bu yüzden insanların yaşam akışlarını, tüketim alışkanlıklarını değiştirmeleri gerekir ama insanlar aksi gibi sürekli daha fazlasını istemektedirler. Bu da doğanın, insanın ve bir bütün olarak dünyanın sonunu getirmek üzeredir.
Wu Ming-Yi bu tartışmaları mümkün mertebe beraberce yürütür ve bizlere nasıl biri olduğumuz ile nasıl bir dünyada yaşadığımız arasında önemli bir bağ olduğunu söyler.